Demokrasi ve Hukuk! Tekeden süt sağmak…
Türkiye Cumhuriyeti, ulusal bir devlet olarak kurulmuştur. Devletin sahibi bir hanedan ya da belli bir zümre değil, toplumu oluşturan yurttaşların tümüdür. Yurttaşlar, kendisine Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi (Zıllulah=Halife) olarak bakılan bir hükümdarın kulu ve tebaası, bir dinin ya da peygamberin ümmeti, bir imamın ya da kilisenin cemaati olarak değil, kendi yazgısını kendi kararıyla belirleyen bir ulusun, aralarında ırk, renk, dil, sınıf, cinsiyet farkı gözetmeksizin eşit haklara sahip özgür bireylerdir. Egemenlik doğaüstü bir güce değil, kayıtsız şartsız ulusa aittir.
Cehalet toplumsallaştırıldıkça, onlar; daha kolay hükmediyorlar… Siyasal cehalet gericiliğe açık davettir. Siyasetin cehaleti, cehaletin ise din sömürüsü üzerinden cehaletin toplumsallaştırılması ise sermayenin güdümünde hortlar.
Demokrasi hedefe ulaşmak için bir araçtır…
Müslüman laik olmaz…
Ne halk egemenliği!!! Egemenlik Allah’ındır…
Anayasanın ilgası, Fiili Başkanlık rejimi. İşlevsiz meclis…
Laiklik yeni anayasada olmamalı…
Güçler ayrılığı olmasa da; Olur!
Yargı bağımsız olmasa da; Olur!
15 Temmuz “Allahın bir lütfü”…
Çağdaş eğitimden, Suudi Eğitim modeline.
Hukuksal olanın bütünüyle devre dışı kaldığı, safkan bir şiddetin egemen olduğu darbe anında sokaklara çağrılan bu siyasal özne darbe sonrası sürecin radikalizmini ve dinamizmini de belirledi. Geldi Başkanlık… Parti devleti yolu açıldı.
İnsanlığın geleceğini tehdit eden en büyük tehlike küreselleşen cehalettir…
İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğünce düzenlenen seminerde Dindar Gençlik Tasavvuru, Medine Vesikası, Esmâü’l-Hüsnâ Işığında Eğitimcinin Vasıfları gibi konulara yer veriliyor! Bağımsız olması gereken Yargıtay, adli yılın açılışını Cumhurbaşkanı’nın ikamet ettiği yerleşkede yapıyor ve bu arada bu yerleşkede zikir törenlerinin yapıldığı iddia ediliyor.
Gülhane Hastanesine, nice insanı zindanlarda çürütmüş, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı kapatıp zamanın anayasasını (teşkilat-ı esasiye) rafa kaldırmış kuruntu hastası II. Abdülhamit adı veriliyor! Bir köprüye Alevilerin canına ot tıkamış Yavuz Sultan Selim… Bir başka köprüye de Osmanlı adı verilerek padişahlığa köprü kuruluyor…
Bizi biz yapan seçimlerimiz… Değişen hiçbir bir şey yok. Ben izin vermeden sen seçim kazanamazsın!
Her toplumun bir düzenleyici, yasaklayıcı “otoriteye” ihtiyacı vardır. İbni Haldun… Kaybedenin yenilgiye tahammülü yok. Kazanın kendisini ifade etmeye gücü yok. Tepki; tabandan yukarı çıkmalı ki, bir anlamı olsun. “Münferit ve mücerret insanın hukuk ilminde yeri yoktur.” Bir başka anlatım tarih içinde şekillenmiş ve bugün dahi bu düşüne hâkim kılınmışsa. Aristo tarafından insanın “sosyal hayvan”, yani “zoon politikon” olduğu düşüncesi anlam buluyor demektir.
Her referandumda. Her seçimde. Karalanan toplumun, bir diğer yarısı.
Her nedense Türkiye’de kimlik siyaseti ‘semboller’ üzerinden yürütülüyor. En güçlü semboller ‘ezan’ ve ‘bayraktır’; biri ‘dini’, diğeri ‘milli’ temel kimliğimizi temsil ederler. Bu ikisiyle özdeşleşmiş diğer bazı semboller, şahadet, cihat, cami, vatan, yurt, sancak, millet, hürriyet, istiklaldir. ‘Devlet’ her iki kimliği de sembolize eder. Bu nedenle kimlik siyasetinin nihai hedefi, devletle ‘kurtarıcıyı’ özdeşleştirmektir. O zaman ‘kişiye/kula’ muhalefet, devlete… Yani millete ve dine, ‘ihanetle’ bir tutulur hale gelir. (Anayasa referandumu sürecinde ‘Hayır’ diyenlerin, seçimlerde muhalefet olanların maruz kaldıkları ithamlar gibi…) Kimlik siyaseti, bu sembollerin kullanılması değil, onların siyasi amaç ve hedeflere yönelik olarak istismar edilmeleridir.
İnsan toplumsal bir varlık olduğu gerçeği ve bu gerçekten ne çıktığı önemli. İnsan topluluklarının siyasal topluluk olabilme hali ile ortaya çıkabilmeleri bakımından bir kurallar dizgesi (anayasa) üzerinde anlaşarak üstün bir buyurucu güce, yani iktidara vücut vermeleri gerekir. Bu-da seçimlerle vücut bulur. Tabiî ki demokratik bir yapıda!
Kim kime anayasa yapmış ve uygulamaya koymuştur? “Beka” diye yutturulan, ülke değil, iktidarın beka-sı olduğu gerçeği var iken… Kulakların üzerine yatmış adam sendeci eyyamcı bir toplum. Bir yanda seni devireceğim diyenler ile yalana inanmış direnenlerin kavgası.
Çeşit, çeşit ülke yönetim biçimi var. Örneğin, Demokrasi, Monarşi, Oligarşi, Otokrasi, vs… Bu kelime, siyaset terminolojisine yeni eklenmiş: “Kleptokrasi”…
“Kleptokrasi” Neymiş!
Bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soyması demekmiş… Kısaca, hırsızlar rejimi anlamına geliypormuş. Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleşmediği ülkelerde görülen bu durum, o ülkelerin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri olmaktaymış.
Bu tür bir yönetimin biçimleri şöyle belirlenmiş.
Hırsızlar rejiminin egemen olduğu bir ülkede, yerli sanayi ve tarımsal üretim zayıflar ve iç pazar büyük sermaye gruplarına açılır. Siyasal alanda da insan haklarını çiğneyen, baskıcı bir yönetim kendini gösterir (düşük ücretler, rüşvetsiz iş yapmayan bir bürokrasi vb). Etnik milliyetçiliği, ırkçılığı ya da dini kullanarak, geniş kitleleri yönlendirmeleri, bu tür yönetimlerin en karakteristik özellikleri arasındadır’…
Haldun Solmaztürk’ göre. ‘Kleptokrasi’lerin bir başka ortak özelliği, kanunları ve hatta anayasaları, ‘tezgâhlarını’ koruyacak ve muhalefeti sindirecek şekilde, işlerine geldiği gibi sıkça değiştirmeleri’… İmiş!
Engellere rağmen, uyanmayan toplum.
İbni Haldun‟un anlatımıyla, ‘her topluluğun bir düzenleyici, yasaklayıcı; “otorite‟ye ihtiyacı vardır.’ Toplumsal yaşamın gerektirdiği düzen ve bu düzenin içerisinde oluşturulan kurallara uymayı sağlamak üzere “toplum adına güç kullanma” keyfiyeti, inanç veya güç (Şiddet) kaynaklı iktidar kullanımı yöntemlerinden süzülerek, nihayet “ikna” odaklı temsili demokrasi kavramına bürünebilmiş ve günümüzde pek çok siyasal topluluğun içinde şekillendiği bir kavram olarak öne çıkmıştır.
Çağdaş demokrasilerde!!! Yasayanların büyük çoğunluğunun siyasal etkinliklerle pek az ilgilendikleri; bundan dolayı, davranışlarını faydacı bir hesap mekanizması çerçevesinde belirleyen bir “homo civicus”dan söz edilmesi gerektiği de ayrıca ileri sürülen savlar arasındadır. Buna göre, “… Dürtüleri, ihtiyaçları ve istekleri (çıkarları) önüne siyasal gelişmelerin yarattığı engeller çıkmazsa homo civicus politika ile ilgilenmez.” Miş.
MUSTAFA BAĞ