YURTTAŞ OLMAK ÇOK ZOR
Toplum dokumuz Türk-Kürt ayrışması yetmiyormuş gibi, bir de Atatürkçüler ve muhafazakârlar olarak ikiye ayrıldı.
Kurumlarda tıpkı bireyler gibi içinde bulunduğu toplum, ülke ve uluslararası çevre bağlamında sosyal ve ekonomik sorumluluklara sahiptir. Bu nedenle davranışlarını toplumsal sonuçlarını gözeterek gerçekleştirmek durumundadırlar.
Bir ülkenin üniter yapısı bozulmak istenirse, sanal düşmanlar üretilir. Kapalı kapılar ardında oynanan kumarlarda kaybeden ülke oyuncuların basiretsizliği buna eşdeğerdir. Bir ülkeyi satabilir misiniz? Sizler vekâletleri, hiçte ahlaklı olmayan birilerine vermiş iseniz elbette satabilirsiniz. Bu ahlaksız tekliflere manevi değerleri de alet edebilirler. Onların din istismarcılığını ve kılıflanmış sömürü düzeni içinde, geleceği bunun üzerine inşa etmeye çalışırsınız. Olaylar öyle bir hal alıp bu millet sorunlarıyla baş başa kaldığında ortalıkta onların vekillerinden hiçbir iz kalmamış olacaktır.
Ülkemin günahı yok, yok ama. Bu ülkede yaşamı yaşanmaz hale getiren bizleriz. Çünkü bu ülkede Ahlak yasaları yok. Ahlakın verdiği terbiye ve eğitsel yapıda yok. Herkesin birbirinin gözünü oymak, cebini boşaltmak, refah payını çalmak için sanki işbirliği yapmış gibi. Bu ahlaksız yaklaşıma birde denetimsizlik eklerseniz neler olmaz neler! Doğruyu bulmak zekâ ve bilgi meselesinden çok kişilik ve ahlak sorunudur.
Günümüzde giderek önemi artan sosyal sorumluluk olgusu hem bireylere hem de kurumlara önemli sorumluluklar yüklemektedir. Günümüz toplumlarının kurum ve kuruluşlardan beklentileri içerisinde yer alan sosyal sorumluluk ve topluma hizmet anlayışı gerek özel kurumlar gerekse kamu kurumlarında üzerinde durulan bir yönetim işlevi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kandırılan içi boşaltılan ve oyalanan anlayışın gününü gün eden otoriter yapının neler yaptığından neler yapmadığını anlamak gerekir. Otokontrol yok. Toplumda adam sendecilik almış başını gidiyor. Bedelini yine kendisinin ödediğini bilmemesi kadar sorumsuzluk olabilir mi?
Sosyal sorumluluk ve topluma hizmet işlevi kurumlar için artık bir felsefe haline gelmelidir. Bu doğrultuda gerek kurumların insan kaynakları gerekse toplum tarafından benimsenmesi önem arz etmektedir. Bu anlayış eğitim programları ile bireylere aktarılmalı. Böylelikle bir bilinç oluşumu mutlak sağlanmalı. Bu tür eğitimler kurumların kendi insan kaynaklarına yönelik olabildiği gibi ilköğretim seviyesinden üniversite seviyesine tüm eğitim planları içerisinde de yerini almalı. Toplumsal ahlakı oluşturmanın tek yolu budur.
Ülkemizde üniversitelerin tüm bilim dallarında sosyal sorumluluk ve topluma hizmet uygulamalarının daha fazla ele alınması gerekmez mi? Üniversitelerin salt ideolojik platformlar olarak yapılandırılması sosyal sorumluluk olamaz. Olsa, olsa ayrıştırmayı, oluşturur. Gençliğin tek bir yönde şekillendirilmesi toplumsal yapıyı bozacağı, nitelik ve nicelik kayıpları olacağı gerçeği çerçevesinde yüksek Eğitim kurum eğitimden söz etmek mümkün değildir.
Üniversitelerde sosyal sorumluluk bilincinin geliştirilmesi ve buna yönelik uygulamaların incelenmesi gerekmez mi? Bu kapsamda sosyal sorumluluk kavramı ve gelişimi, eğitim kurumlarında sosyal sorumluluk üzerine yürütülen çalışmalar, yurtiçi ve yurt dışı yüksek öğretim kurumlarına ilişkin örneklere adaptasyonu ülke bekası için elzem olmalı.
Benim gibi düşünenler sanki başka bir yerde var oldukta, bu ülkeye yanlışlıkla ışınlandık. Bu ülkenin zor koşulları içinde doğduk. Bu ülkenin topraklarında biçimlendik. Burada yaşamanın koşullarına herkes kadar katkıda bulunduk. Belki öncelik kullandık bir adım öne geçtik. Önümüze ne koydularsa yedik. Ne dedilerse yaptık. Aklımızı kiraya vermiş gibi birilerinin bizim yerimize düşünmesine fırsatlar yarattık. Bu ülkede var olan argümanların piyonu insanları olmaktan asla kurtulamadık. Sormuyor, sorgulamıyoruz. Bizi biz yapan aslında seçimlerimiz değil mi?
Skandalların, sorunların, verimsizliğin, suiistimallerin, yasal ve itibar kayıplarının yaşanmadığı bir ülke özlemini çekmek çok mu kötü. Ya da! Ne var canım bunlarda bu ahlaksız anlayışının yansıtıldığı yaşam dünde aynıydı, bugünde aynı demek ne kadar ahlaki?
Aslında ülkede ne zaman kurumsal bazda bir felaket, yolsuzluk, kayıp ya da başarısızlık yaşansa, sebebinin genelde bu sistemlerin tesis edilmemiş olması olduğunu yazıyorum. Sonuç yok. Çözüm solo olmaktan çıkar koro haline dönüşürse mutlak sonuç alınır.
Elektrik kesintileri, Günlük yapılan zamlar. Korkunun geçim derdine yansıdığı insanların cinnet geçirme boyutuna gelmesi. Bankalarda yaşanan hırsızlıklar, şirketlerde yaşanan suiistimaller, kamu idarelerinde yaşanan başarısızlık ve skandallar, sivil toplum örgütlerindeki yönetim problemleri, sağlık kuruluşlarındaki facialar ve diğer pek çok kurumsal kaybın ana sebebi, bu kayıplara yol açan özellikli olay değildir. Hep yazdığım gibi, bu münferit olaylar belki bardağı taşıran son damla olmuştur ama bardağın dolma sebebi değildir. Ülkemizde ve dünyada kurumlarda yaşanan benzer skandal ve sorunların ana sebebi etkin iç kontrol, risk yönetimi ve iç denetim sistemleri oluşturulmamış olmasıdır.
Türkiye’de yaşamak sabır gerektirir. Hevesinizi, coşkunuzu, enerjinizi törpüler. Aksayan bir şeylerin bir yerinden tutmaya kalktığınızda, tuttuğunuz yerden kopmaya alışmanız gerekir burada. Hayatınıza devam edebilmek için biran evvel boş vermeye, sıradanlaşmaya, yüzeyselleşmeye, boyun eğmeye, kadere vb. şeylere inanmaya başlamanız gerekir. Velhasıl Türkiye’de yaşamak düzene yakın olmaktır.
Düşüncenin ve duygunun çoğu ustasını hırpalayıp, sürmüş hatta öldürmüşüzdür. Ama onlar da özlemiştir güzel ülkelerini. Hiç bir aşığına çok iyi davranmasa da karasevdaya benzese de sevince geriye dönüş yoktur. Başka ülkeler, başka coğrafyalar ve insanlar bir noktadan sonra hep hikâyedir.