Yitik İnsanlar Kasabası…
Hikmet Aksoy
Sadece Ağustos ayının sıcağı olsa belki katlanabilirdi. Ama havanın şu nemi yok mu, şu nemi… Nem, insanın tenini yağlı güreş yapan güreşçilerinki gibi vıcık vıcık yapıyordu. Çaresiz, her günkü gibi denize karşı soluklandığı Gazino’nun yolunu tuttu yine.
Canı soğuk bir bira yudumlayıp ferahlamayı ne kadar da istiyordu. Ama ilçedeki kahvehanelerde, gazinolarda bira içmek ne mümkün, yasaktı.
Bira içilirse olay çıkarmış kanısı vardı kasaba yöneticilerinde.
Soğuk bir bira içmek… Başka birşey düşünemiyordu.
Gazinonun bahçesindeki masaların etrafında insanlar her zamanki gibi halkalanmış yurt ve dünya durumu üzerine konuşuyor; dedikodulaşıp şakalaşıyorlardı aralarında.
O kalabalık içinde gözünü masadan masaya dolaştırıp yalnızlığına ortak kafa dengi tek arkadaşını aradı.
Bulamadı… O da her gün gazinoya gelmiyordu ki…
Sonunda boş bir masa bulma derdine düştü. Tam da bir masa bulmuştu ki; boş masanın yanında yalnız başına oturan bir kişinin eliyle gel işareti yaptığını miyop gözüyle seçebildi uzaktan.
Eliyle davet yapan kişi kimdi? İstemeye istemeye de olsa davet edildiği masaya yöneldi.
Aaa… Mehmet abi bu… Babamın çok sevdiği arkadaşı…
-Mehmet abi, bu ne tesadüf? Nasılsınız?
-Nasıl olayım? Aha geldik gidiyoruz. Birşey anladıysam ne olayım?
-Abi, kaç yaşındasınız?
-Doksan dört yaşımdayım dedi.
Sonra bir süre durdu, birşeyler anımsamış olmalı ki, oturduğu sandalyeden görünmesin diye yarım bir dönüş yapıp, arka cebinden çıkardığı kağıt mendille gözlerini silip, anlattı:
-Babam müderristi. Çok genç yaşımda kaybettim. Hiç anımsayamıyorum. Yetim büyüdüm. Bir fotoğrafı bile yok.
-Nasıl olur? Hiç görmedin mi?
-Görmesine gördüm de, beş-altı yaşlarımdaydım. Şimdi ihtiyarlık çöktü, silindi kafamdan babamın hayali…
Sonra gözyaşlarını gizlemedi. Bir iki hıçkırıktan sonra; arkadaşını kastederek;
-Baban, çok samimi arkadaşımdı. Çok iyiliğini gördüm. Allah Rahmet eylesin, dedi.
Açılmıştı…
-Çok yaşadım, çok şey gördüm. Aha da gördüğün durumum… Koca kasabada yitik bir adamım. Kimse farkımda bile değil, dedi içlenerek.
Sonra uzun uzun anlattı kendini ve babasını…
“-Babam İstanbul’da medrese öğrenimi gördü. Müderristi. 1930’da öldü. Çok kitapları vardı. Ölümünden sonra kitaplarını sahiplenmeyi anam bilemedi. Herkes beğendiğini aldı gitti. Babam iki evlilik yaptı. Ben ikinci eşinin tek evladıyım. Birinci eşinden olan evlatlarının hepsi öldüler. Ben orta yerde yapayalnız kaldım şimdi.
-Mehmet abi, baba yok, kardeş yok. Nasıl bugünlere geldin?
Bir süre sustu.
Sanki yaşam filmini geri sarıp yeniden izledikten sonra ya da anımsayıp öyle anlatmak ister bir havaya girdi.
-Nasıl geldim? Aha geldim, işte… Hep çalıştım… Maden ocaklarında çalıştım.
Maden ocağı deyince oralarda çalışıp “Ciğer hastası” yani, verem olup yaşama doyamadan dünyaya veda eden insanlar gelip geçti aklından…
Ne insanlar… Daha baharını bile tamamlayamayanlar… Eşine, çoluğuna çocuğuna doyamayan genç babalar… Mehmet abi bu konuda şanslıymış.
-Sonra köylerde hocalık yaptım. Arapçayı iyi bildiğim için mahkemelerin çağrısı üzerine eski metinleri tercüme ederek para kazandım. Aha da şimdi bu haldeyim. Ama, şükrediyorum. Sadece ben değil, herkes benim gibi şu gazinoda… Yapayalnız bir kasaba… Kendini yitirmiş. Ne kadar çalışanı varsa hepsi gurbette… Onlar gurbette, biz burada gurbette… Biz yalnız, onlar yalnız.
Duygulandı yine… Belki çocuklarının uzakta oluşuna, ya da yalnızlığına…
Gözleri doldu. Az önceki kağıt mendili atmamıştı, onunla sildi gözlerini.
-Ben dedi, şimdi yalnızlığımı bitirme peşindeyim.
Sonra anlattı kendi dünyasını…
-Ben bu masada yalnız başıma otururken sen çıkageldin. Uzaktan gördüm, tanıdım, “el ettim”, geldin. Çok teşekkür ederim. Çok yaşa… Sen benim çok sevdiğim Rahmetli arkadaşımın oğlusun. Sanki O’nu görmüşüm gibi oldum, sevindim, dedi.
-Mehmet abi, beni uzaktan nasıl tanıdın?
Ayağa kalktı kıble yönüne dönüp ellerini havaya kaldırıp dua etti, herkesin gözününde:
-Şükürler olsun Allah u Teala’ya… Şu yaşımdayım, benim gibi gözleri gören bir kişiye rastlamadım. Hiç de gözlerimden hastalanmadım, dedi.
Gözlerine baktım, doksan yılın izi yoktu, canlıydı, ferliydi.
Hiç çay içesim yoktu. Garsonu çağırdı. Çay söyledi. İçemem desem üzüleceğini bildiğim için ses çıkarmadım. Ama bir baktım, yine gözlerini kağıt mendille siliyor.
-Ben yalnız bir adamım… Dünyamı zenginleştirdin, çok sevindim… Allah da seni sevindirsin, dedi.
Çaylarımızı içtik. Akşam da demini alıyordu.
-Ben gideyim, dedi ve kalktı. Uğurladım kendisini;
-Mehmet abi, ben her öğleden sonra buradayım. Yine gel, konuşalım, dedim.
Yola koyulmuş, beş-adım uzaklaşmıştı.
Döndü…
El salladı ve gitti.
Masanın üzerinde iki boş çay bardağı duruyordu.
Gazinoda her zamanki gibi kalabalıktı.
Ama o yalnızdı…
Aklına bira geldi. Çayın üzerine de olsa içesi geldi.
-Gözü kör olsun, dedi ve kalktı gitti.