KIRŞEHİR’DE JAPON SİNEMASI
Nobel ödüllü, Latin Amerikalı büyük yazar Gabrıel Garcıa Marquez’i bu yıl yitirdik. Onun yapıtlarındaki kişiler, batılı donuk karakterlere göre bize hep daha yakındı.
Bunlardan biri, kısır taşra politikaları ve din baskısı altında bunalmış bir kasabada yaşananları anlattığı, “Şer Saati” adlı eseriydi. Bizlere de hayli tanıdık gelen siyaset yöntemleri ve toplumsal duyarlıkların anlatıldığı bu öğretici, kısa, öykümsü romanı herkese öneririm.
Kitabın bir bölümünde ise, sinema eserlerinin sansürü anlatılır. Kasabanın din adamı, sinemanın film listesini düzenli olarak denetler ve sanat üzerindeki kontrol, dini ayinlere de damgasını vurur. Marquez o bölümü şöyle anlatır:
“Katolik sansür listesini bulmak için çekmecesini karıştırdı… Peder Angel upuzun alfabetik listedeki film adlarını parmağıyla izleyerek ve bir yandan da içinden okuyarak gözden geçirdi… Sonra sinemadaki filmin sansür listesindeki ahlaki değerlendirmesine baktı ve filmin gösterilmesini kesinlikle yasaklayan 12 çan vuruşunu tamamlarken ömründe ilk kez belirsiz bir gurur duydu. Sonunda kapının önüne bir tabure alıp oturdu ve başı ağrıdan çatlayacak gibi olduğu halde, kimlerin yasağı çiğneyerek sinemaya gideceğini beklemeye koyuldu. …Yıllar önce, çanın sansürünü pek ciddiye alan olmazdı. Ama her Pazar ayininde Peder Angel, hafta içinde uyarılarına kulak vermemiş olan kadınları mihraptan tek tek gösterip kiliseden kovardı.” (Marquez, Gabrıel Garcıa (2009), Şer Saati, Çev. Seçkin Sevi, Can Yayınları, 4. Basım, İstanbul, s.41, 94, 95)
Her sanat dalı gibi edebiyat ve sinema sanatı da insanı ve toplumu değerlendirirken, iktidarların duymak istemeyecekleri gerçekleri sıklıkla savunurlar. Bu nedenle de iktidarlar her zaman, sanatı kontrol altında tutmaya çalışırlar. Bize de o kontrol süzgeçlerinden sıyrılmayı başarmış ögeleri bulma görevi kalır.
Sinemaya olan tutkumu bilenler bilir. Ama şimdi yine nerden çıktı derseniz, Kaman Belediyemizin Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği ile ortak düzenledikleri film günü nedeniyle olduğunu söyleyebilirim.
Geçtiğimiz cumartesi 2 Japon filmi gösterimi ile gerçekleştirilen, “Japon Filmleri Günü”, hem Japon dostlarla ortak bağları bir kez daha anımsamak için bir fırsat olmuş, hem de sinema sanatına dair bir hizmet işlevi taşımıştır.
Japon kültürü, alışkın olduğumuz Amerikan tipi sinema anlayışından hayli farklı ürünler sunar. Bu anlamda sinemadan mutlaka olay ve action bekleyenlere pek hitap etmeyebilir. Ama benim gibi vurguyu detayda aramanın hazzına kapılanlara, inanılmaz fırsatlar sunar.
Bu anlamda bana sorarsanız, en güzel aşk filmi, ülkemizde “Aşk Zamanı” adıyla gösterilen, “İn the Mood For Love” filmidir. Hemen hiçbir sanat tarzında abartıyı sevmesem de, çok beğendiğim bir diğer etkileyici aşk filmi olarak “Bebekler” (Dolls) filmini örnek gösterebilirim. Bu film, duygu sömürüsü sınırlarına daha yakın kurgusuna karşın, sarsıcı bulduğum bir diğer önemli Japon filmi olmuştur.
Yasujiro Ozu’nun çağlara damga vuran “Tokyo Hikayesi” başta olmak üzere, diğer tüm durağan kamerayla çektiği, o akıcı filmler, diğer unutulmaz eserlerdir.
İnsanoğlunun zaafları üzerine kurgulanmış efsanevi film “Rashomon” ve onun efsanevi yönetmeni Akira Kurosawa ise bu başyapıtını takiben daha pek çok önemli film ile -”Son Samurai” bunlardan biri- dünya sinemasına Japon damgasını vurmuş bir büyük yetenek.
Kendi adıma Kaman’daki bu fırsatı kaçırdığıma hayıflanıyor ve Kamanlı hemşehrilerimizin bu şansı yakaladıklarını umuyorum.