Bu hafta bir cinayet haberimiz vardı. Kaman İlçesi’nin Sarıuşağı Mahallesi’nde ikamet eden ve bir arada yaşadıkları oğluna ait evi satışa çıkaran bir kayınpeder ile gelini arasındaki tartışma, kayınpederin av tüfeğinden çıkan kurşunlarla son buluyordu. Öfkeli dede hızını alamıyor ve gelini olay yerinde hayatını kaybederken, 14 ve 8 yaşındaki torunlarını da aynı silahla yaralıyordu. Haberimiz olayı “öfke kabarması” olarak niteliyordu.
“Duygu kontrolü” genellikle batılı toplumlara özgü bir hassa olarak değerlendirilir. Doğu toplumları “duygusal”dır ve duyguları sık sık “kabarır”.
Birçoğumuz bu duygu kabarmasını “anlarız”; çünkü o tehlikeli sınırlara hepimizin yaklaşmışlığı vardır. Ama Kosinski bir şeye dikkat çeker: Biz hepimiz, sosyoloğundan hakimine, komşusundan haberin okuruna, “katili” anlamaya çalışırken, “maktulü” anlamaya gerek duymayız pek.
Adalet sisteminde mahkemede karar veren bir “jüri” bulunan ülkeler için, böylesi bir “anlama” yetisi önemlidir. Suçun gerçek değerlendirmesi, ancak suçun oluştuğu koşulları “anlamak” ile mümkün olur. Kosinski de romanında, jüri önüne çıkan bir katili anlatırken şöyle der:
“Biz, jüri üyeleri, hepimiz cinayeti nasıl işlediğini tartışacak ve gözümüzün önüne getirebilecek, onu nelerin cinayete ittiğini kestirecek durumdaydık. Bazı ayrıntıları iyice aydınlatmak için birkaç jüri üyesi kendilerini sanığın yerine koyup diğerlerine, sanığı cinayete iten nedenleri anlatmaya çalıştılar. Yine de mahkemeden sonra, kurbandan pek az söz ettiğimizi fark ettim. Çoğumuz kendini rahatça adam öldürürken görebiliyordu ama öldürülmekte olanı göz önüne getirebilenlerimiz pek azdı. Cinayeti anlamak için elimizden geleni yapmıştık: Katil hayatımızın bir parçasıydı, öldürülen değil.” (Kosinski, Jerzy (1971), Adımlar, Çev.Hasan Aslan, e Yay., İstanbul, s.122)
Evet hepimiz haberin maktülünün ölümüne üzüldük ama hiç birimiz kendimizi onun yerine koymayı aklımıza bile getirmedik. Çünkü “katil” olmaya yakın hallerimizi biliyor olmamıza karşın, “maktul” olmaya ne zaman ne kadar yaklaşmıştık, hiçbir zaman tam bilemedik.
Elbette bu yargılamayı yaparken, “suç ve ceza” ilişkisi üzerine yürüyen tüm hukuk ve psikoloji tartışmasını dikkate alıyorum. Ancak yine de hiçbir “duygu kabarması”nın, bir insanın yaşamına son verecek düzeyde olmasını kabullenemiyorum. Bu nasıl bir “haklılık” iddiasıdır ki, karşı tarafın canıyla ödemesi fikri, öldüreni dehşete düşürmemektedir?
Ölen içinse en acıklı gerçek, her şeyin bir anda, “aniden” bitivermesidir. Bir görüşe göre ani ölüm kolay ölümdür, kıyaslamak gerekirse uzun süren bir hastalıkla, “her gün ölmek” yerine “ani ölüm” bazen yeğ tutulmalıdır.
Ama örneğin Nazım bu tür bir ani ya da diğer bir deyişle “kolay” ölümü istememişti. Vera anılarında Nazım’ın bu duygusunu şöyle aktarıyor: “Ben kanserden ölmeyi yeğlerim” demişti. “Ani ölüm korkunç bir ihanete uğrayıştır. Sırtından hançerlenmek gibi bir şeydir. Anlıyor musun? Ben ölmekte olduğumu bilmeliyim, bilmek isterim. O zaman, şimdi ve tüm yaşamımda söyleyemediğim şeyleri yaparım. Çok önemli bu. O zaman herşey değişir. İnsan hem kendisi, hem de bir başkasıdır artık. Her şey başkalaşır: Hız, cesaret, dürüstlük, genel olarak her şey! Dünya başka türlü görünür. Ayrılıştan önce bu özgürlüğe gereksinimim var benim.” ( Vera’nın Anıları, 4.11.1988 Milliyet)
Kamanlı gelinin bu tür bir şansı olmadı; “ölmekte olduğunu” bilemezdi; “şimdi ve tüm yaşamında söyleyemediği şeyleri yapma” olanağına ve hayattan ayrılıştan önce kullanacağı bir “özgürlüğe” sahip olamadı
Ölüme dair tercihler, konumlar ve koşullar farklılaşabilir elbette. Ama “ani” ölümler içinde en korkunç olanı, bir “cinayete kurban gitmek”tir. Hele de gerekçesi sadece bir “duygu kabarması” olarak ifade ediliyorsa…