Yaşadığımız kentimizin tüm varlıkları ile biz de bu ülkenin doğal bir parçasıyız elbet… Biz de Suriyeli mültecilerden payımıza düşenleri ağırlıyoruz; IŞİD’e katılan evlatlarımız da var Özgür Suriye Ordusu için eğitim kampımız da… Birden bire tüm ülkede çıkan yangının yarattığı şehitlerden de payımızı alıyoruz yazık ki. Bunlardan sonuncusu Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde görevden dönerken şehit olan Mehmet Kara oldu. Ülkenin dört yanında olduğu üzere, bizde de Türk Bayrağı’na sarılı tabutta askerlerin omuzlarında aprona taşınan şehit için havalimanında tören düzenlendi; milletvekilleri yanı sıra şehidin evinde bekleyen binlerce kişi tekbirlerle şehidini karşılarken, sadece bir ay önce nişanlandığı nişanlısı fenalık geçirdi, şehidin annesi, “Mehmet’im evine böyle mi gelecektin?” diye feryat etti. L
Ölüm üzerine konuşmak, her zaman işin en zor kısmı. Bu dönüşsüz nokta, diğer tüm kelimeleri anlamsız bırakıyor. Ama bazı durumlarda “ölüm”, adeta “iş”in bir parçası. Hani ölüm, bazı “işlerin fıtratında olan” bir şeydi ya. İşte bu gerçek şimdi sadece bir “doğal afet” karşısında değil; siyasetin bir parçası olarak, ülkenin her yanında duyumsanıyor. “Sönen ocak”lardan çıkan yangınlar, her şehit evinde içten içe tütüyor.
Neye ve kime karşı olduğu konusunda sürekli kafa karışıklığı yaratılan bir “savaş”, türlü cephelerde sürüp duruyor. Savaş denince de onun doğal bir parçası olan ölümle karşılaşmak kaçınılmaz hale geliyor. Siyasetin, “işin fıtratında var” diye doğallaştırdığı ölüm, güvenlik güçleri olarak görev yapan insanların ensesinde bir nefes olarak yaşıyor. Büyük Fransız düşünürü Sartre ise “fıtrat” sözcüğünü kullanmadan, savaş koşullarında ölüm gerçeğini, bir “iş kazası” olarak vurguluyor: “Ölüm o kadar da korkunç bir şey değildi, bir iş kazasıydı nihayet.” (Sartre, Jean Paul (2001), Yaşanmayan Zaman, Çev. Gülseren Devrim, 2. Basım, Can Yayınları, İstanbul, s.116) Ama o “kaza” ile tanışanlar için bu acının sözcükleri farklılaşıyor, acıyor hatta yitip gidiyor.
Savaş karşıtı bir düşünür” olarak Sartre, romanlarında o insanları “belgesel” bir tarzda değerlendiriyor, anlamaya, anlatmaya çalışıyor. Çünkü o “yitip giden sözcükler”le birlikte, insan düşünme yetisini de yitiriyor. O insanlara “düşünceleri bile öğretiliyor”. Öğretilmiş kalıplarla davranmaya, söylemlere tutunmaya zorlanıyorlar.
Sartre kahramanının bu “iç sorgusu”nu şöyle anlatıyor: “Odette: “Savaş feci bir şey” diyordu. “Hep o giden zavallıları düşünüyorum” diyordu. Ama daha henüz bir şey düşünmüyordu, aslında biraz sabırsız bekliyordu: yakında ona neler düşünmesi, neler söylemesi ve ne yapması gerektiğini öğreteceklerini biliyordu. 1918’de babası öldürüldüğü zaman ona söylemişlerdi: bu güzel bir şey, cesur olmak gerek, siyah matem tüllerini gururla taşımayı, insanların gözlerinin içine babası savaşta, cephede ölmüş bir yetimin berrak gözleriyle dimdik bakmayı çabucak öğrenmişti.” a.g.e., s.30
Acının o yakıcı ilk şoku geçtikten sonra şehidimizin annesi ve nişanlısı da bu bakışı öğrenebilecekler mi acaba? Kalanların hayata tutunmalarını nasıl sağlayacağız. Bu “noksan”larını nasıl doldurabilecekler? Ya o dönemden “sağ” kalanlar? Gerçekten “sağ” kalabilecekler mi? Bedensel ve ruhsal sakatlıkları nasıl aşacaklar?
Sartre da bu soruyu sorduruyor: “1924’de erkek kardeşi Cezayir’de yaralanmış, topal olarak eve dönmüştü ve Odette’e: bu güzel bir şey ona asla acımamalısın, demişlerdi. Birkaç yıl sonra Jacques: “Tuhaf şey” demişti, “Ben Etienne’i daha güçlü sanırdım, sakatlığını bir türlü kabullenemedi, acı, sert bir adam oldu.” Jacques gidecekti, Matthieu gidecekti ve bu, çok güzel bir şey olacaktı, emindi bundan. Şimdilik gazeteler kararsızdı, tereddüt ediyordu… Ama çok geçmeden ülke baştan aşağı, bütün bir “onay”dan ibaret kalacaktı; Meclisler topluma hükümetin politikasını övecek, kahraman Fransız askerini …göklere çıkaracaktı… Odette de askere yün başlıklar örecek ve savaşı haklı bulacaktı.” a.g.e., s.30
“Şehit” yakınlarının gelecekleri bu “haklılaştırma”ya bağlı. Onların bu acılarını duyumsamamak, bütün bu koşullarda, hep birlikte sakat kalmamak ne mümkün…. L