Bu hafta haberlerimizde, eylül ayının gelmesi ile Kırşehir’de başlayan “bağ bozumu” telaşı ele alınıyordu. Anadolu’nun en eski çağlarından beri yararlandığımız o müthiş ürün, üzümden yana son derece şanslı olan ilimizde, üzüm bağlarının bozumu anlatılıyordu. Haberimizde “üzümden pekmez yapımı” ve “pekmezin önemi” gibi son derece “yararlı ve tatlı” bilgiler vardı. J
Ama ben bugün, hep eylül ayı gelse de, “bağ bozumu” olsa da, ben de bu alıntıyı paylaşsam dediğim bir pasajı size aktaracağım. Böylece kimilerinin pek sevdiği “güz”ün müjdecisi bu ayı, biz de romantik bir şekilde karşılamış olacağız.
Alıntı, edebiyatımızın büyük ustalarından Necati Cumalı’dan. Uzun bir aktarım ama okuduğunuzda, bir bağ bozumunu ve bağ bozumu ayı olan eylül ayını, yazarın nasıl olup da bu denli sıcak ve bu denli canlı anlatmayı başardığını siz de kendi kendinize soracaksınız. Okuduğunuz cümlelerde yürüyen kişinin siz olduğunu duyumsayacak, o renkli görecek, o sesleri duyacak, o duyguyu yaşayacaksınız:
“Size mi öyle gelir, yoksa gerçekten öyle midir? Kesin olarak bilemezsiniz, ağaçların, bağların meyveli zamanlarında gördüğünüz yeşilleriyle, hasattan sonraki yeşilleri arasında bir değişiklik farkedersiniz. Bağ bozumu, bademlerin, cevizlerin çırpılması, tütünlerin köklenmesi çok kısa aralarla birbiri ardından gelir. Bozulan bağların, çırpılan ağaçların yeşilleri daha bir kararır, keyfini yitirmiş gibi durur. Bağlar arasında nadasa hazır, çıplak, boz renkli tütün tarlaları bu görünüşe daha da hüzünlü bir renk katar. Gökte el kadar bir bulutun görünmediği günlerde bile, beklenen bir yağmurun sıkıntısı, bir gölge gibi ovanın üstünde dolaşır.
Bir deve kolunun çanı havada uzun zaman vurur. Tek atlı bir yük arabasının uzaklarda bir yerde, bozuk bir yolun taşlarına çarpa çarpa ilerlediği duyulur. Aştığınız küçük bir tepenin gerisinde, kekik kümeleri arasından, birkaç adım önünüzden, bıldırcın, üveyik sürüleri havalanır.
Yükseklerden çağrışarak geçen bir yabani ördek sürüsü, bir turna dizisi, çoktandır etrafınızda leylekleri, kırlangıçları görmediğinizi hatırlatır. Bütün yaz yakınlarınızda bir yerde öten sak kuşları, isketeler vardı! Bu sonbahar öğleden sonrasının duygulu sessizliği yavaşça kulağınıza fısıldar gibidir: “Onlar da gitti!” Günler kısaldıkça ikide bir de geç kalırsınız! Geç kaldığınızı hatırlarsınız! Artık uzun yaz günlerinin ardından, yaşamadığınız, yaşayamadığınız, daima geç kaldığınız, içinize yerleşen bir duygudur.
İlk bulutlar yükseklerden uçar geçer. Eylül sonlarına doğru, bir ikindi üstü hava kapanır, tekrar güneş açtığı zaman, yol kenarlarındaki küçük çukurlarda, göğün yıkanmış, paklanmış maviliğini yansıtan, su birikintileri vardır. Birkaç gün sonra kesiklere düşen tohumlar çatlayıp yeşermeye başlar.
Bağlarına azlığa çıkanlar, ilk yağmurda önce kasabaya göçmüşlerdir. Onların ardından kırmandallarını boşaltan tütüncüler çardaklarını söker. Kasabada oturacak evi olmayan yarıcılar, aylıkçılar bağ sahiplerinin ardından yazı geçirdikleri çardakları bırakıp, onlardan boş kalan bağ kulelerine geçerler tarlasında zeytini olanlar, kızılkuru dedikleri, zeytinlerin olgunlaşmadan yere düşen tanelerimi ellemek için göçlerini geciktirirler.
Bağ yollarının devalı yolcuları bu yarıcılar, aylıkçılar, üç beş ağaç zeytin sahibi küçük ekicilerdir artık. Bunların dışında bazen bir avcı, bazen oduna giden bir delikanlı, bazen de bir kır bekçisiyle selamlaşırsınız. Kızılkuruların düşmeye başlamasıyla, omuzlarında boş kükürt torbaları, kırlara yayılan, küçük zeytin hırsızları sizin kim olduğunuzu uzaktan kestirmeye çalışırlar.
Sabahın erken saatlerinde, bir de ikindi üstü, bir arada ilerleyen ikili üçlü başka çocuk gruplarıyla da karşılaşırsınız. Siyah önlüklü, beyaz yakalı, kaba pabuçları kabaralı, ilkokul çağında örgülü saçlı kızlar, yaşlarından üç dört yaş büyük görünen oğlanlar.” (Cumalı, Necati (1983), Zeliş, 9.Basım, Tekin yay., İstanbul, s.126-127)
Başka söze ne hacet! Güze merhaba diyelim, bağbozumundan ne kapsak kardır diye avunalım. J